Genel olarak içinde yaşayarak var olduğumuz çağın mevcut siyasal, sosyal, bilimsel ve kültürel yapısı dışında; özel olarak da tek tek toplumların hatta bireylerin mevcut siyasal, sosyal, bilimsel ve kültürel yapısı dışında, dini ve din bağlamında gelişen hadiseleri algılayamaz ve eyleme dönüştüremeyiz. ‘Hayır, algılayabilir ve uygulayabiliriz’ der isek (ki genelde yapılan budur ) ciddi bir biçimde dini ve bağlamında gelişen hadiseleri birer baş belasına dönüştürürüz. Ve doğal olarak, bu algılama formu gölgesinde yapılan modernist, pozitivist eleştiriler, dinin idealize ettiği ilkelerinin ve kurmayı tasarladığı toplumsal yapının ütopik bir zihni fantezi (!) olduğu sonucunu, pozitivist olmayanların kafalarında da paralelleştirir.
Meseleyi şu biçimde formüle edebiliriz;
‘Hiçbir peygamber ve dini söylem, sosyal fenomenler dışında var değillerdir.’
Dinin negatif kabul ettiği bir mesele, sosyal olguya dönüştüğünde yani kitleselleştiğinde, dinin sahibi, o meseleyi içkin bir söylem ile yeni bir peygamber gönderir. Ve o olguyu, peygamber mücadelesinin öznesi kılar. Son peygamber Hz. Muhammed’e (a.s) kadar da durumun bu mecrada aktığı hepimizin malumudur.
Tevhide çağrının savaşı, şirktir. Şirk ise sosyal bir olgudur. Özne, şirktir.
Adalete çağrının savaşı, zûlümdür. Zûlüm ise sosyal bir olgudur. Özne, zûlümdür.
Ahlaka çağrının savaşı, fuhşiyattır. Fuhşiyat ise sosyal bir olgudur. Özne, fuhşiyattır.
Bir kavmin kurtuluşuna yapılan çağrının savaşı, inkâr içerikli aşağılama ve ayırımcılıktır. İnkâr ise sosyal bir olgudur. Özne, inkârdır.
Helal kazanca çağrının savaşı, haksız kazançtır. Haksız kazanç ise sosyal bir olgudur. Özne, haksız kazançtır…ve diğerleri.
Dini formasyona sahip herkes bilir ki;
İbrahim dendiğinide aklımıza tevhid ( tevhid peygamberi İbrahim ) gelir. İbrahim’in içinde bulunduğu toplum, ( hatta ) trajı-komik bir putperestlikte yoğunlaşmıştı.
Musa dendiğinde aklımıza Firavun’la mücadelesi ve İsrail kavmine önderlik gayreti gelir. Biz İsrail kavmini Musa ile tanırız. Musa, özel olarak İsrail kavmini, Firavun’un inkâr içerikli aşağılama ve ayırımcılık politikasından kurtarmak için görevlendirilmiştir.
İsa dendiğinde aklımıza öze dönüş mücadelesi gelir. Dini kişisel çıkarlarına kurban etmiş ve teokratik bir düzenle de bunu sağlamlaştırmış olan Yahudilere karşı ihya savaşı vermiştir.
Lut dendiğinde aklımıza cinsel sapıklık gelir. Cinsel sapıklığı kanıksayan toplumunu, bu çirkeften alıkoymaya çalışmıştır.
Şuayb dendiğinde aklımıza haksız kazanç gelir. Zira Şuayb’ın toplumu haksız kazancı meşrulaştırarak yaygınlaştırmışlardı…v.s.
Buradan yola çıkarak, ‘Eğer, Allah, bu çağda Kürt kavmine bir peygamber gönderseydi, onu ne ile görevlendirirdi ?’ sorusuna verilecek ‘ Kürt kavminin bütün sorunlarının kaynağını teşkil eden inkâr rejimine karşı mücade ile görevlendirilirdi.’ cevbı en anlamlı cevap olarak bizi aydınlatacaktır.
Dolayısıyla, Kürt kavmine uygulanan inkâr cürümüne karşı, inanan her bilinçli Kürt, peygamberi bir vazifeyle yükümlüdür. O halde, durum bu kadar açıkken Kürtler vazifelerini yapma gayretinde iken, Kürt sorunuyla ilgili yapılan frenleme eleştirilerini kayda değer bulup dikkate almaları dahi abesle iştiğâldir.
Çünkü; Kürtler’in bir Kürt sorunu yoktur. Kürt sorunu, Kürt olmayanların sorunudur. Kürtler’in sorunu kimlik ve kurtuluş sorunudur.
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|