Amerikan Başkanı Bush, ‘Irak Savaşı’nın hatalı istihbarattan kaynaklandığını ve kendileri için ağır kayıplara vesile olduğunu’ itiraf ederken; ‘11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın üzerinden henüz 10 saat geçmeden, bu saldırının İslam’ın ve Müslümanların üzerine atılmasının, ihtiyacı duyulan yeni bir ‘ideolojik savaş’ için tezgahlanan bir manipulasyondan ibaret olduğunu da itiraf edebilseydi.. Bush’a, dünya kamuoyu önünde açıkça hatırlatılması gereken, budur!
Evet, bilgilerimiz veya bildiğimizi zannettiklerimiz, gerçeği ne kadar yansıtıyor? Ve, yansıtılanların ‘hakikat’i nedir? Diğer bir deyişle, ‘11 Eylûl’, bir gerçektir, realitedir; ama, bu ‘realité’nin ‘verité’si, hakikati nedir?
16/17 Aralık gecesi, Kanal 7’de Mustafa Karaalioğlu’nun sunduğu ‘İskele-Sancak’ proğramı vardı. Saatler süren, -bence- faydalı bir proğramdı. Devlet Bakanı Prof. Mehmed Aydın, Ali Bulaç, Taha Akyol ve Prof. Şafak Ural ve (12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nden sonra bir ara Kültür Bakanı da olan ve yıllardır Amerikan üniversitelerinde öğretim üyeliği yapan ve dünyaya, genelde bulunduğu ülkenin penceresinden bakmaktan kurtulamıyan) Prof. Tal’at Halman, dünyanın bugünkü temel mes’elesinin bir ‘medeniyetler çatışması’ mı olduğu ve dinlerarası dialogdan neler beklenme(me)si üzerinde tartışıyorlardı.
Amma, Prof. Halman, Saddam’ın, ‘sosyalizm+ arab kavmiyetçiliği’ temeli üzerine kurulu ‘laik- Baas ideolojisi’ gereğince ve ‘kapitalist’ Amerikan emperyalizminin teşvikiyle başlattığı, 1980-88 arasındaki ‘Irak-İran Savaşı’nı bir ‘şiî –sünnî savaşı’ olarak değerlendirebiliyordu.. Bereket ki, Bulaç, ‘bu iddianın tamamen yanlış olduğunu, o savaşın bir ‘şiî –sünnî savaşı olmadığını, ve tarihimizin hiç bir devresinde, -bir takım çatışmalar olsa bile- Avrupa’da bilinen şekliyle bir mezheb savaşı olmadığını’ söyleyip bazılarının yanılmasını önledi. Doğrudur ki, Saddam Irak’da, sünnî arablara dayanıyordu, amma, katı laik uygulamalar içindeydi ve kürdler de genelde sünnî idi, ama, onlar, şiî ağırlıklı İran İslam Cumhuriyeti’nin yanındaydılar..
İlginçtir, tartışmanın ileri saatlerinde, yine Halman, ‘Bizim Kur’an-ı Kerîm’imizde hristiyan ve yahudiler için olumlu ifadeler yanında, çok acı ifadeler de vardır. Elbette, hristiyanların da İslam’a bakışında benzer ifadeler.. Bu unsurları kaldırabilirsek..’ (!) gibi laflar bile edebiliyordu..
Prof. Aydın’ın, ‘(Batı’da bir şehirde) Müzeleri dolaşıyordum, okullardan getirilen çocukları da gezdiriyorlardı, ama, öyle bir Osmanlı, müslüman anlatımı vardı ki, tüyler ürperticiydi.. Bu bir karartma ameliyesidir. Çocuklar nefret değil, sevgi ayarlı olarak yetiştirilmelidir. Bunlar, temizlenmelidir.’ şeklindeki sözleri ise, anlaşılabilir bir başka boyut taşıyordu. Aydın, ayrıca, ‘Batı’lıların, kendi Mukaddes Kitab’larına aykırı baktıklarını ve bizim de (Kitâb)ımıza aynı şekilde bakmamızı istediklerini; böyle bir anlayış olursa, dialogdan bir şey beklenemiyeceğini’; ayrıca, ‘medeniyetler çatışması’ deyiminin, Huntington’dan önce Prof. Bernard Lewiss tarafından dile getirildiğini ve İslam’ı, ‘Batı’yı, geçici olmayan bir şekilde, sürekli tehdid eden bir güç odağı’ olarak gösterdiğini, (ki, A. Tonybee de, Osmanlı’yı, ‘yokolmuş medeniyet’ olarak değil, ‘durdurulmuş medeniyet’ olarak tanımlardı); buna karşı, Prof. Esposito’nun ise, ‘Bu kadar derin bir kültür ve medeniyeti sıkıştırmazsanız, yine faydalı olacaktır..’ diye, ‘İslam’a yapılan saldırılara karşı çıktığını’; ‘Lewiss’in bir ilim adamı olsa bile, iyi bir mütefekkir olmadığını’ belirtiyor ve ‘sebebini söylemiyeyim, ama, Ortadoğu’ya uzanır..’ diyor; bu ifadeye, T. Akyol, Lewiss’in, ‘Ortadoğu konusunda (İsrail’le irtibatını ima ederek) bir sözcü gibi davrandığını’ söyleyerek açıklık kazandırıyordu.
Bu arada, Aydın, ‘çatışmacı yaklaşımların, İslam dünyasındaki argüman zenginliğini öldürdüğünü, şiddete izin vermeyen İslamî anlayışların itildiğini, çatışmacı, direnişçi cereyanların yükseldiğini’ de eklerken; Akyol ise, ‘Baş kesme sahnelerinin Irak’daki müslümanlardan geldiğini, ‘11 Eylûl’de 5 bin kişinin öldürülmesinin sorumlusunun da müslümanlar olduğunu’ söylüyor; Prof. Şafak Ural, ‘Ben o eylemleri veya saldırıları, niye dinim ve kendim adına yapılmış gibi kabul edeyim?’ demek ihtiyacını duyuyordu, haklı olarak.. Bulaç da, ‘İnsanın öldürülmesine, evet, karşı çıkmak gerekir, ama, en gelişmiş silahlarla, kitleleri yoketmek suç olmuyor! Silah sanayiinin hemen tamamı Batı’nın elinde değil mi?’ diyerek taşı gediğine koyuyordu..
Evet, dialog’dan korkulmamalı, ama, dialog’un, tarafların kendilerini karşı tarafa özellikle ‘maddî servet, kuvvet ve askerî savaş’ yollarıyla, zorla tahmil (yükleme) değil de; hakikati kavramak niyetiyle tanıtma ve tebliğ cehdi olduğu üzerinde anlaşılabilirse.. Prof. Aydın’ın bu konuya değinirken, ‘Türkiye’ye gitmenin tam zamanı..’ zannına kapılan ‘misyonerler’in çabalarının yersizliğine işaret etmesi yerindeydi, ama, o gibi heveslere kapılanlara TC’de mevcud, Batı dayatması katı laik hukuk düzeninde ne gibi bir tedbir alınabilir?
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|