Gerçekten yüksek şahsiyetli olan kimseler, güçlerini makamlarından almazlar, tam tersine, bulundukları makamlara kendi şahsiyetlerinden güç verirler.. Arabcadaki ‘şeref’ul mekân, bil’mekîn..’ (Bir mekânın şerefi, orada bulunandan gelir..) sözü bu mânâyı çok güzel anlatır..
Ama, bizim tarihimiz ve kültürümüz, genelde, yazık ki, belli makamlara gelenlere itibar edilmesini teşvik, o makamdan uzaklaş(tır)ıldığında ise, o gibilerden uzak durulmasını ihtar eden bir anlayışı telkın etmektedir.. ‘Kral öldü, yaşasın (yeni) Kral!’ veya ‘Giden ağam, gelen paşam!’ deyimleri de, bu pragmatist/ menfaatçi yaklaşımı ortaya koymaktadır.. Halbuki, ‘Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr’u kıymetten..’ (Cevher, yere düşmekle kıymetini yitirmez..)
Zaman zaman düşünürüm, ‘Niye, birileri belli bir yaşa gelince, kenara çekilmeyi ve bir ‘âkîl adam’ gibi kenarda durmayı bilmez?’ diye.. Makamlardan güç vehmedenler, gerçekte, o makamlara ‘perestiş’ ediyorlar; âdetâ tapınıyorlar gibi bir mânânın ortaya çıkmasına vesile olurlar. Belki de, ‘Ben kendi değerimi biliyorum, ama, başkaları da biliyor mu bakayım?’ gibi, bir dolaylı ‘kendini yüceltme’ ve herkesten ‘diğerlerinden büyük görme’ (megalomania) hastalığı sözkonusu olsa gerek.. Halbuki, insanın şahsiyeti yüksek ise, onu anlayacak, fark edecek birileri hiç kalmasa bile, kişinin kendiliğinden, ‘Ben buradayım, beni de görün..’ diye ortaya çıkması, kişinin, ’kendi kendine değer biçmesi’dir! Farsî bir beyte denildiği gibi, ‘Misk ân est ki, attâr begûyed, ne khod..’ (-En güzel koku sayılan- misk odur ki, kalitesini, kendisi değil; attâr, -ıtriyatçı, güzel kokular uzmanı- söylemeli!.)
Tarihî bir ders: Kuyucu Murâd Paşa, Osmanlı Sadrâzamı olunca, kendinden önceki sadrâzam olan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın gölgesinden korkar.. Özdemiroğlu ise, Haleb’e çekilip, sessiz bir hayat sürmeyi tercih etmiştir ve orada kendisi için türbemsi bir yer de yaptırmaktadır.
Kuyucu Paşa, Sadâret’e gelir gelmez, Yemen’de yeni bir isyan daha patlak verir.. Murâd Paşa ise, bunu ‘Osman Paşa olmadan da Yemen İsyanları’nın bastırılabileceğini göstermek fırsatı’ sayar ve Ordu’yla Yemen üzerine giderken, yol üzerindeki Haleb’de o türbeyi görünce, hışımlanır; ‘Ben oraya bir domuz gömdüreyim de, o da orada yatabilirse yatsın bakalım..’ der ve yola devam eder. Ancaaak, Kuyucu Paşa, Yemen’de başarılı olamaz, dönüşte de, Haleb’e yakın bir yerde ölür ve münasib mezar olarak da, Özdemiroğlu’nun türbesi bulunur. Özdemiroğlu ise, onunla aynı yerde yatmamak için, Diyarbakır’da yaptırdığı camiin bahçesinde gömülmeyi vasiyet eder.
Bizde, siyasetçiler geçmiştekileri kötülemeyi veya onların başarısızlıklarını kendilerinin başarılı sayılmaları için bir dayanak haline getirmeye çalışırlar.
Modern yönetim anlayışında, geçmiştekilerin tecrübelerinden istifade etmek o kadar yaygındır ki; yöneticiler, selefleriyle ve hattâ geçmişteki muhalifleriyle bile, kamuoyu önünde bir araya gelip, onların fikirlerini almayı bir yönetim prensibi sayıyorlar. ‘Selef’ (önceki)ler de, ‘halef’ (sonraki)lerine, gerektiğinde eleştirilerini, yine de sürdürebiliyorlar; ama, medenî insanlar olarak.. Ve kamuoyu da, bu gibi görüşmelerden, ‘eskilerden ders almaya mecbur kaldı..’ gibi bir zanna kapılmıyor ve öyle iddialar olsa bile, aklı başında ve kendinden emin olanlar böyle şeylere itibar etmiyorlar..
Bizim genel kültürümüzde, maalesef, sultanların, padişahların, ‘o makamda oldukları için, ‘en âkil’ ve hattâ ‘en fâzıl’ kimseler oldukları’ gibi ve beraberinde tabasbusu, yağcılığı, çanakyalayıcılığı beraberinde getiren bir anlayış hâkim olagelmiştir. Ya da, tersinden, ağır aşağılamalar. ‘İfrat’ ve ‘tefrit’ ortasında bir de ‘i’tidal’ olduğu hatırlanmamıştır, pek..
Bu saltanat kültür ve geleneğinden kurtulamayışın sonucudur.. Padişahlık güyâ gitmiştir ve ‘Cumhûriyet’ rejimi gelmiştir, ama, ‘cumhûr’ yine sahnede değildir ve bir ‘sürü’ yerine konulmaktan kurtulamamıştır..
Meselâ, bir Ahmed Necdet Sezer.. Hukukçuluğu dolayısıyla, bir diktatör tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine getirilip, o kurumun başkanlığını da yapmış olsa bile, hiçbir ‘devlet yönetim tecrübesi’ olmayan birisiydi. Ama, belki de, üzerine selefinin gölgesinin düşeceği korkusuyla, temelde aynı laik dünya görüşüne sahib olduğu onunla bile, bir kez dahi bir araya gelmemiş ve bundan dikkatle kaçınmıştır. Halbuki, selefi olan o kişi, TC’nin 80 yıllık ömrünün son yarısında sürekli, en etkili olan bir kaç isimden birisidir.
Kezâ, Tayyîb Bey ki, Sezer’deki gibi bir durum da sözkonusu değilken; bütün geçmiş Başbakanları arada bir, topluca veya ayrı ayrı davet veya ziyaret etse, bir güzel ve fazîletli davranış geleneğinin temellerini atmış olmaz mı? ‘Müşterek akl’ı harekete geçirecek böyle bir davranış, ‘resmî ideoloji ikonu’na sığınarak konuşmalar yapmaktan kurtulmanın da bir yolu olmaz mı?
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|