Siyasetin tepesinde irtica tartışmaları bildik üslup ve tarz üzre devam ederken medya da sürdürdüğü irtica ve laiklik söylemi en az resmi jakobenler kadar dini vicdanlardan bile kovmaya hevesli görünüyor. Din ve devlet ilişkisinin siyaseten ne kadar kırılgan bir fay hattı olduğu ortayken devlet adına, devlet gücüne sığınarak vicdanları susturma misyonu yüklenen aydınlanma misyonerleri adeta birer pagan savaşçıya dönüşüyor... Bu üsluptakilerin, memlekette istikrar ve gerilim düşürmekten neyi anladıkları da deşifre oluyor.
Olur olmaz vesile ile çıkan haberler genellikle şöyle başlıyor: Falan yerde satılan kitapta şunlar savunuluyor, falan kitapta İslam'ın şu hükmü yer alıyor. Bu tür haberler bitirim muhabir işgüzarlığından çok daha farklı olarak bilinçli bir kampanyaya dönüştürüldüğü çok açık biçimde ortada. Gittikçe sesini yükselten bu üslup laiklik savunmasından din karşıtlığına, Müslümanların inançlarını savunamaz, hatta inanmanın 'şark çıbanı' gibi algılanmasına yol açacak bir psikolojik baskıya dönüşüyor.
Bu kampanyalar bir 'toplumun sekülerleştirilmesi' projesi çerçevesinde ele alınmadan amacının ne olduğu anlaşılamaz. Bu tür haber ve yayınlar toplumsal hafızada iki türlü yara açıyor. İlkin dini muhtevalı kitap veya yayın nedeniyle iktidarın laikliği çiğnediği ima edilerek siyasi bir tartışmanın yapıldığı izlenimi veriliyor. Böylelikle maksadın bu tür yayınlarla bir iktidar eleştirisi, bir muhalefet hakkının kullanımı gibi demokratik bir görüntü vermeye özen gösteriliyor. Bir bakıma asıl tartışmanın insanların inandıkları dini hükümlerden çok bunun siyasetle ilişkili boyutuna yönelik olduğu izlenimi öne çıkarılmaya çalışılıyor.
Bu noktada olayda bir şekilde adı geçen yerel yöneticiler, ya da siyasi parti temsilcileri de "bunun nasıl dikkatsizlik sonucu" olduğu yönünde utangaç bir savunma tavrı geliştirerek olayı geçiştirmeye çalışıyor. Burada söz konusu olan dikkatsizliğin kitapların savunulamayacak dini hükümler içermesi mi yoksa bunların toplumsallaştırılması mı olduğu belli değil.
Karşılaştığımız bu durumun başka sonucu da, olayın, medya aracılığıyla Türk seçkinlerinin laiklik hassasiyetine binaen siyasi gibi görünse de temelde bir toplumun sekülerleştirilmesi amacıyla dinin vicdanlarda dahi savunulamaz hale getirilmesi olduğu çok açık. Bu kanaate birkaç aylık haberleri izleyerek ulaşılabilir. Burada ilginç bir çelişki yaşanıyor. Bir yanda toplumda muhafazakarlaşma eğilimleri açık biçimde gözlenirken, diğer tarafta topluma yön veren, belirleyen her türlü toplumsallaşmanın dili gittikçe sekülerleş/tiril/iyor. Bu sekülerleşmenin tek taraflı olarak, jakoben laikçilerin baskısıyla oluştuğu falan da yok. Bizzat muhazakarlaşmayı temsil eden kişi ve kurumlar en az jakoben refleks sahipleri kadar ya da onlara paralel olarak sekülerleşmeye hizmet ediyor.
Fransız devrimi sonrası 19. yüzyıl Avrupa'sının laikleşmesini inceleyen Eric Hobbsbawm, sanayileşme çağında "kitlelerin tekrardan Hıristiyanlaşmasına, kitlesel ve yüzeysel ölçekte yaygın bir dine dönüş yaşanmasına rağmen, topluma yön veren hiçbir söylemin ve projenin dili dini bir muhtevaya sahip olmamıştı" der. Türkiye'de de sanki benzer bir durum yaşatılmak istenmektedir. Kitlelerin muhafazakarlaşması ile din dilinin kırılmaya uğratılması, dahası dinin artık bizzat muhafazakarlar eliyle toplumsal planda savunulamaz hale getirilişine tanıklık ediyor gibiyiz. Din, din olduğu için kabul edilmesi gerektiği gerçeği ile toplum mühendisliğinin, Batıyı çıkmaza sokan, bireyi ve toplumu doğasına, kutsal olana yabancılaştıran sekülerleştirme projesinin hayatın tümüne hakim kılınmak isteniyor. Böylece mesele bir üst siyasi tartışma konusu olarak devlet-din ilişkisi olmaktan çıkarılıp toplumun, bireylerin tümüyle 'din dışılığa itilmesi'ne dönüştürülmüş oluyor. Medyada din karşıtlığına dönüşen bilinçli kampanya rejim sorunu gibi sunularak sürdürülüyor.
Hayata seküler bakmanın toplumları ve modern bireyi ne hale getirdiği ortada. "Ruhsuz dünyanın ruhu"nu arayan Marks'ın takipçilerinin ruhsuzluğa buldukları çarenin getirdiği sonuç karşısında İslam'ı "ruhsuz dünyanı ruhu" ilan eden postmodern Fouacoult'nun çaresizliğini doğru okumak gerekiyor. Dinin hükmü karşısında utanacak kadar muhafazakar olanların yeni bir din dili geliştirmeleri de muhaldir. İlkel pozitivizme takılıp kalan aydınlanmacı seçkinlerin din karşıtlığına, Seyfi Öğün'ün nefis benzetmesiyle, "neyi savunacağını bilmeyen muhafazakar" tutumla ne yeni bir 'din dili' geliştirilebilir ne de dinin hükmü savunulabilir.
Yeni Şafak Gazetesi
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|