11 Eylül'den sonra ABD'nin Türkiye'yi İslam dünyasına model olarak göstermesi iki ülke arasındaki ilişkileri tezkere krizi kadar sarstı. Sonuç olarak, Tük-Amerikan ilişkilerindeki sorunlar artık Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürkçü kimliğiyle çakışıyor. Bu şartlar altında, ikili ilişkilerdeki herhangi bir düzelme yüzeysel kalmaya mahkûm görünüyor
Başbakan Erdoğan'ın bugünkü Beyaz Saray ziyareti Türk-Amerikan ilişkilerinin yüzeysel olarak iyi gittiği bir döneme rastlıyor. Tezkere ve Irak nedeniyle son derece sancılı geçen 2003 ve 2004 yıllarına göre, son iki yıl bir normalleşme dönemine dönüş olarak kabul edilebilir. Ancak her şeye rağmen ilişkilerdeki yapısal sorunlar devam ediyor. Türkiye ve ABD arasındaki sorunların temelinde Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi ortak bir düşman tarifi yapılamıyor olması yatıyor. Sovyetler Birliği'nin yokluğunda, 1991-2003 döneminde Ankara ve Washington ilişkilerindeki temel amaç Bağdat'ın izole edilmesiydi. Soğuk Savaş sonrası ilişkilerin ağırlık noktası böylece Ortadoğu'ya kaymıştı. Ufak tefek sorunlara rağmen, Clinton döneminde Ankara ve Washington, PKK, Bağdat, Şam ve Tahran konularında aynı frekansı paylaşıyordu. Maalesef bütün bu dengeler 11 Eylül ile altüst oldu.
11 Eylül aslında Türkiye açısından hem stratejik önem, hem de İslam dünyasında yegâne demokratik model olarak algılanma açısından önemli bir fırsat yarattı. Normal şartlar altında, ABD ile ilişkiler 11 Eylül sonrasında Soğuk Savaş döneminden daha iyi bir konuma bile gelebilirdi. Ancak evdeki hesap iki nedenle çarşıya hiç uymadı. Sorun çıkaran birinci neden Washington'ın 11 Eylül saldırısını Irak'a askeri müdahale için bir fırsat ve bahane olarak görmesi oldu. Sadece Türkiye değil, hemen hemen bütün dünya 11 Eylül ve Irak arasında bir bağ kurulmasına karşı çıktı. Fakat ABD bildiği yolda ısrar edince, hem Türkiye, hem de dünyayla arasını bozmuş oldu. Üstelik, ABD'nin Irak işgali sonrasında PKK terörizmi yeniden alevlenince, Türkiye'deki Amerikan karşıtlığı dünya genelinden daha da fazla arttı. Bu durum 11 Eylül sonrası iyi gidebilecek ilişkilerin tam tersine çok daha kötü gitmesine neden oldu. Öyle ki artık PKK ve buna bağlı olarak Türkiye'nın Kürt meselesi, ABD ile ilişkilerde en önemli sorun haline gelmiş durumda.
Ankara'nın alerjisi
Türk-Amerikan ilişkilerinin kötü gitmesine neden olan ikinci konu ise Ankara'nın Washington tarafından İslam dünyasına model olarak gösterilmesine duyduğu alerji oldu. Bu durum Türkiye'de devlet elitinin, yani ülkenin Kemalist ve Atatürkçü siyasi kimliğinin ABD karşıtı cepheye eklenmesine neden oldu. Washington'ın Ortadoğu'da demokratikleşme politikası 'ılımlı islam' ve Atatürkçü kimliğinin yıpratılması olarak algılandı. İşte bu nedenle 11 Eylül sonrasında, zaten Türkiye'deki İslami yükselişten endişe duyan devlet elitinin ABD'ye bakışı büsbütün olumsuzlaştı. Bugün geldiğimiz noktada Kürt meselesi ve siyasi İslam, yani Türkiye'nin en ciddi iki kimlik sorunu ABD ile ilişkilere son derece olumsuz bir şekilde yansıyor. Sonuç olarak, Tük-Amerikan ilişkilerindeki sorunlar artık Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürkçü kimliğiyle çakışıyor. Bu şartlar altında, ikili ilişkilerdeki herhangi bir düzelme yüzeysel kalmaya mahkûm görünüyor.
Bütün bu zorluklara rağmen olabildiğince iyi giden ilişkilerde bugünkü Beyaz Saray ziyaretinin gündemi oldukça yoğun. Tahmin edileceği gibi en önemli konu PKK meselesi. Washington, büyük ihtimalle PKK'nın ateşkes ilan etmesinde emekli general Joseph Ralston'un çabalarının olumlu rol oynadığını savunacaktır. Başbakan Erdoğan ise daha somut adımlar gerektiğini, PKK'nın Kuzey Irak'tan bütünüyle sökülmesi talebini 'Ateşkes değil, bütünüyle silah bırakma istiyoruz' diyerek dile getirecektir. İşin perde arkasına bakılacak olursa, PKK konusundaki temel sorun Barzani ve Talabani'nin taktiksel oyunları. Gerek Barzani, gerek Talabani, PKK konusunu önümüzdeki yıl yapılacak Kerkük referandumu çerçevesinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmak istiyorlar. Kafalarındaki senaryo, ancak Kerkük karşılığında PKK konusunda adım atmak. Yani hele bir Kerkük 'Kürdistan' federal bölgesinin başkenti olsun, o zaman Türkiye'yi sakinleştirmek için PKK'yı hallederiz hayalleri kuruyorlar. Anlamadıkları nokta Türkiye'nin sabrının tükenmekte olduğu. Bu nedenle iş gene ABD'nin Talabani ve Barzani'yi ikna etmesine kalıyor. ABD'nin bu konuda bir türlü karar veremiyor olması ise akla sevimsiz bir senaryo getiriyor: ABD, ileride Kuzey Irak'ta askeri üs kurmak için muhtemelen Talabani ve Barzani'ye muhtaç durumda.
Erdoğan'ın Beyaz Saray ziyaretinin ikinci gündem maddesi muhtemelen Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusu olacaktır. Washington, Türkiye'nin AB genişleme süreci dışında kalmasını kesinlikle istemiyor. Zira, AB sürecinden kopmuş bir Ankara, Washington açısından birçok sorun doğuracaktır. Bu sorunların başında, böyle bir Türkiye'nin Kuzey Irak konusunda çok daha gözü kara hale gelecek olması yatıyor. ABD bu konuda haksız sayılmaz. AB umudunu kaybetmiş bir Ankara, PKK, Kuzey Irak ve Kürt meselesi konularında çok daha rahat hareket etme lüksüne kavuşacaktır. Bu nedenle Türkiye-AB ilişkilerinde bir tren kazası olması ABD açısından korkulu bir rüya. Bu tip bir kazayı engellemek için Washington'ın Kıbrıs konusunda çok daha fazla çaba sarf etmesi gerekiyor. Ancak bu konuda Rum lobisi her zaman olduğu gibi ciddi bir engel. Hele bir de ABD bugün olduğu gibi araseçim döneminde olunca, iç politika haliyle iyice önem kazanıyor. Bu nedenle ABD'den Kıbrıs konusunda ciddi adımları en azından yakın dönemde beklemek gerçekçi görünmüyor.
Bu gidişle Kıbrıs konusunda AB ile kriz yaşamamak için geriye bir tek 301 No'lu yasa konusundaki tavrımızı gözden geçirmek kalıyor. Tabii eğer halâ AB konusundaki isteğimiz devam ediyorsa... Bu konu artık Washington'da sorgulanır hale geldi.
İlişkiler yüzeyde iyi
Erdoğan ve Bush'un ele alacakları üçüncü konu ise İran olacak. Washington, Tahran konusunda Türkiye'den askeri bir destek beklemiyor. Zira ortada askeri bir plan değil, ekonomik yaptırımları hedefleyen bir diplomatik süreç var. Ancak bu diplomatik süreç Rusya ve Çin nedeniyle BM Güvenlik Kurulu'nda tıkanmış durumda. Washington'ın merak ettiği Türkiye'nin İran'a yaptırımlar konusunda ne düşündüğü. Eğer yaptırımlar BM şemsiyesi değil, NATO ve AB çerçevesinde planlanırsa, Ankara nasıl hareket edecek? Fakat Washington muhtemelen ısrarcı davranmayıp, Türkiye'nin Lübnan konusunda gösterdiği olumlu tavrın, İran ve Suriye konusunda da devamını dileyecek. Şurası kesin: içeride ne konuşulursa konuşulsun, dışarı çıkıldığında 'stratejik ortaklığımızın' önemi vurgulanacak. Sonuçta ilişkiler yüzeyde iyi giderken, yazı boyunca dile getirdiğimiz derin ve yapısal sorunlar devam edecek.
Dr. Ömer Taşpınar: Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü
[ Arşivle! ]
[ Yazdır! ]
[ Postala! ]
|